İKİ HİKAYE...
1. HİKAYE: Kısa bir zaman Londra’da Times Nehri’nin kenarında bir
evde yaşamıştım. Çoğu zaman aylaklık yapıyordum. Kalan zaman
içerisinde içiyordum. Wirginia Wolf’un evine, Charles
Dickens’in malikaneden bozma birahanesine dadanmıştım. Sarhoş
sarhoş banliyö trenlerine atlayıp çoğu zaman soluğu ya
Waterloo’da ya da Shakespare Pub’da alırdım.
Bir gün British Museum’da Marat’ın Öldürülüşü’nü
gördükten sonra cebimdeki son parayı içene kadar tükettim.
Gidecek hiçbir yerim yoktu. Sokaklarda amaçsızca ve sarhoş
yürürken gözüm birden soluk ışıklarıyla etrafını pek
aydınlatamayan, tozlarla kaplı kitapların bulunduğu bir sahafa
takılmıştı. Adını hiçbir zaman öğrenemeyeceğim yaşlı bir
İngiliz, tıpkı bir keşiş gibi dükkanın tam ortasına tek bir
sandalyesini koymuş, sağında bulunan alçak sehpasına bir şişe
şarap, tek bir kadeh, solunda ise 33’lük plakların çaldığı bir
pikap vardı. Tom Waits çalıyordu. Sarhoştum, gidecek bir yerim
yoktu, dilini bilmediğim bir ülke de yapayalnız kalmıştım ve
bir kuruş param dahi yoktu. O an için içinde bulunduğum durum,
asla sona ermeyecek ve sonuna nokta konmayacak bir cümle
gibiydi. Lafı uzatmayayım. Yaşlı kurt halimi anlamış olacak ki
bana kendi kadehini uzattı. Gidip kendine tozlu bir bardak
aldı. Gömleğinin sağ parçasıyla o bardağı sildi. Bir kadeh,
bir kadeh daha derken, o gece orada sabaha kadar içtik. Tozlu,
toz ve küf konan kitapların arasında saatlerce sayfalar
çevirdim. Zola, Hemingway, Balzac, Marx, Rembaud ve bir sürü
çizgi roman. Ama hiç unutamadığım bir kitaba rastlamıştım:
Joyce’un yayımlamış olduğu bütün kitapların hatta Ulysses’in
çizgiler –illisturasyonlar- halinde yayımlanmış ilk baskısı...
Hayatımda gördüğüm en güzel çizgilerdi onlar... Sonra ne mi
oldu? Bu ülkeye döndüm işte. Biliyorum ki; yeryüzünde zamanın
akmadığı tek bir yer: Orasıydı.
2. HİKAYE:
Beyoğlu’nda yaşamaya başladığımda en sık gittiğim iki mekan
olmuştur: Kitabevleri ve birahaneler. Hiç unutmuyorum. Bir
gece Erkal’ın Yeri’nden kalktıktan sonra Agah Özgüç ile
sokakta karşılaşmıştık. Dahası o yerin altına doğru inen bir
gece kulübüne bakıyordu. “Agah Bey iyi akşamlar”
dediğimde bana doğru dönüp o da, “İyi akşamlar” dedi.
“Nasılsınız?” bile demeden hemen lafı yapıştırdı: “Yılmaz
Güney beni buraya getirmişti. Onu anımsadım.” dediğinde
gözleri dolmuştu. Yürüyüp, Piranha’ya gittim. Orada da şu
şarkı çalıyordu: “Ah... Kaldırımlar biliyor. Bir devir
muhteşemdik.”
Sonra o pavyonun önünden defalarca geçtim. Kah sarhoş, kah
ayık. Şişman bir berber ve şişman oğlu, köhne bir otel, köşede
kedilerden, köpeklerden veya martıların etlerinden yapılıp
satılan dürümler, karşılıklı iki tekel ürünleri –muhtemelen
esrar- satan dükkanlar ve bütün bunların arasında bambaşka bir
çekim merkezi olan bir kitabevi. Kemal beni çok hatırlamaz ben
genelde dışarıdaki 1 milyonluk kitaplara dadanmıştım. İçeri
hiç girmezdim.
Velhasıl sonra beni ilk olarak oraya Osman götürdü. Ne de
olsa okuyucuyuz, kitapla haşır neşir mahlukatlarız. Bunu ilk
defa burada yazıyorum. Semerkant kitabevinden ilk defa adımımı
attığımda, Londra’da ki tozlu, toz ve küf kokan o kitabevini
anımsadım. Ve o an Walter Benjamin’in bir sözü beynimi delip
geçmişti: “İnsanın kendisini, kendi evinde hissetmesi bir
ahlak sorunudur.” Londra’da ki adını bilmediğim kitapçı
ile Kemal kurdukları dünya; insanı bir kitabevinde evinde olma
ya da hissettirme duygusunun da ötesinde... Onlar benim ruh
dünyamda, bu duyguyu başarmış çağdaş Jean Valjan’lardır
artık...
Uzun sözün kısası: Kitaba ve biraya devam.... Semarkant’a
uğramaya da....
ERTEKİN
AKPINAR
|